Kategori arşivi: Sağlık

Sana Sonsuz SEVGİ Bırakıyorum.

Dingin daha dingin..
Duru daha duru..
Ruhunun şu anda deneyimlediği duygular, senin içsel zenginliğine bağlıdır.
Bir kişi geçmiş yaşamlarını ancak kendisini bir transa daldırarak veya meditasyon yoluyla hatırlayabilir.
Bunun için dingin daha dingin olmayı seçiyoruz..
Duru daha duru..
Varlığınızın her anının tadını çıkarın,
Kendinizi geliştirin ve yeni şeyler öğrenmeyi bırakmayın.
KAVGA ETMEDEN,BİRBİRİNİZİ YARGILAMADAN,HIRPALAMADAN,BÖLÜP PARÇALAMADAN..
Birbirinizi tanıyamıyorsanız işe elementleri tanımaktan başlayabilirsiniz.
Birbirinizi anlayamıyorsanız işe Dünyayı anlamaktan başlayabilirsiniz.
Dünyanın yaşam enerjisi ATEŞ, TOPRAK, AĞAÇ ( TAHTA ), SU ve METAL..
Bu elementler olmazsa Dünya olmaz..
Dünya olmazsa SEN olmazsın..
Bu yaşam enerjimizi kaybetmememiz için tek bir şeye ihtiyacımız var…
KALBİMİZDE Kİ BİRİKMİŞ SEVGİ ENERJİSİNİN SALINMASINA..
Sal gitsin karışsın ateşe,suya,metale,toprağa,ağaca,
Karışsın Akılda ki Eril enerjiler Kalpteki Dişil enerjilere …
Tabiat Ana Senden Bu Aşkı Yıllardır İstiyor ,
Aç Kalbinin Kapılarını Sana Sonsuz SEVGİ BIRAKIYORUM
Sakın kalbinde tutma…
Git dağıt,bulaştır bunu tüm Dünyaya .

Cansel Işık

Paylaş

Takıntılar Ve Eterik Bağlar

Takıntılarınızdan kurtulmak zorundasınız, çünkü takıntılarınıza konu olan her şey AN da realiteye dönüşerek hayatınızı kabusa çevirmektedir.
Ayrıca takıntılar konusu özellikle çocuk sahibi olmak isteyenlerde çok mühim bir detayı önümüze sermektedir.
Spermin yumurtayı döllemesi sırasında tohum beyazdır.
Ve bu beyazlığın üstüne örülen yedi katman vardır.
Anne adayından başlayarak ortaya çıkan bu takıntılar katmanların siyahlaşmasına sebep olurlar ve genetik bilgi şifrelerinden gelen etkiler ile de birleşirler.
Bugün tam da yapmaya çalıştığımız işte budur.Hakiki insan boyutuna geçerken yedi katmanı geriye doğru dönerek beyazı yani , o tohum beyazlığını yakalamak zorunluluğumuz vardır.
Ne yazık ki dejenere yaşamlarla o pırıltıyı yakalamak kolay bir şey değildir, bunun için doğaya uygun yaşamamız gereklidir.
Takıntılarınız arınmak zorunda olduğunuz en önemli husustur.
Bu yüzden Anne,Baba ve evlat arasındaki eterik bağların özgürleşme mecburiyeti vardır.Yoksa kişiler kendisi olamazlar, gelişemezler, aradaki o bağlar; sevdiğimiz insanı da beraber bizi kısıtlar, gelişmekten-mutlu olmaktan alıkoyar, nedenini anlayamadığımız bizi aşağıda tutan bir “hal” içine girişimiz bundan ötürüdür.
Nasıl hallerdir bunlar derseniz ; Her şey yolundadır ve bir sorun yoktur ama içiniz sıkılır. Yada “bir şeyler yapmak başarmak istersiniz, içimde bir şey sanki bana mani oluyor..” diyerek kendinize hatta büyü yapıldığını bile düşünmeye başlarsınız.
Hakiki insan boyutuna erişmek için bu enerji bağlarının şifalandırılması ve kesilmesi şarttır.
7 Göbek soyunuzdan gelen bağımlılıkları, korkuları, olumsuz deneyimleri ve takıntıları hatta hatta soyunuzdan birine yapılan büyüleri bile taşıyor olabilirsiniz.
Diğer yandan soy bağlantınız olan kişi (kordon vasıtası ile) bir zorluk yaşıyorsa, bir meydan okuma ile karşılaşmışsa, sizden otomatikman enerji çeker. Enerjinizi eterik kordon vasıtası ile çeker. O zaman, neden olduğunu bilmeden tükenmiş hissedersiniz…
Eterik bağları hafife almayın lütfen..
Eşler ve sevgililer arasında cinsel ilişki yaşandığı sırada sakral (2 nci) çakra devreye girer. Birileriyle tartışma deneyimlendiği esnada solar pleksusunuz devrededir.
Üzüntü duyduğunuz/sizi mutsuz eden insanları anında kalp çakranıza bağlamış olursunuz..Kalp yakıtınız heba olur.
Acı verici ilişkiler yaşadığınız zamanlarda veya bir ilişkide tüm yükü omuzlarınızda taşıdığınız da insanlar omuzlarınıza bağlanır.
İşte yaygın olan boyun ve omuz ağrılarınızı bu şekilde oluşturmaktasınız.

Herkesten,her şeyden özgürleşmek zorundasınız.

Cansel Işık

Paylaş

Psikiyatri Doktorları Bu Yazımızı Sevmeyecek.

Şizofrenler bu zamana dek tıbbın söylediğinin tam aksine sadece epifiz bezi (mührü) kırılmış Gayb alemine bilinçsizce düşmüş ,ya da dışarıdan yapılmış her hangi bir büyüyle musallata maruz kalmış,veyahutta uygunsuz durumlarda alkol,uyuşturucu tarzı maddelerle varlıkların sahasına fark etmeden bulaşmış kişiler olabiliyordu.Fakat bilim bunu çıkarlarına gölge düşecek diye üstünü örtüyordu.Bizim ülkemizde bu tür insanlara psikiyatrik damgalar basılarak aşağılanırken, vatikan bu tür belirti veren kişileri önce metafizik ilimle temizliyor,sonra Adam Kadmon (insanı kamil) olarak bünyesine alıp ruh ve madde alanında ,kozmik alanda değerlendirip yetiştiriyordu.Biz ise bilimlere güvenerek ruh hastası ya da şizofren diyorduk..Bu zamana dek ilimler susturuldu,alimler susturuldu dışlandı.Ama gün bugün alimlerin ve ilimlerin ne yazık ki tüm hastalıklar hakkında haklı çıktığı gündür.Şu an yıl 2019, ve 5 ci boyut yaşamında ülkemizde çoğu insanlar şizofrenlerin yaşadığı bu belirtilerden bahseder oldular.

Hurafe denilen varlıkları deneyimlemeye ve görmeye bile başladılar.Onu geçtim karanlık güçlerin zihinsel yönetimin de negatif etki almış olan vatandaşların temizliğine, kanal olup şifacı olarak tedavi etmeye bile başladılar.O zaman Türk Tıbbına göre ve psikiyatri bilimine göre şifacılar ve simyacılar da dahil hepimiz şizofreniyiz..İşin iç kısmına da bakarsanız öyle değil işte .Bunu hep yansıtırım.Beni tanıyanlar bilir,psikiyatrik ilaçlar bilinçli bir toplumun idam sehpasıdır.Psikiyatri bilimini karanlık güçler var etmiştir..Bunu fark edenler şuur üstü düşünebilenler bilir.Çünkü hedeflerinde; *İnsanların algılarını kapatmak, *Şuurunun üstüne çıkabilmiş olan uyanık insanları damgalayarak ilaç kullanımını tedavi altında yaygınlaştırmak,*Böylelikle kendi faydalandıkları manevi alemlerden bütün şifacıların faydalanmasını engelleyerek şuurlarını kapatacaklardı, insanları gayb bilgilerinden uzak tutacaklardı, varlıksal alemlerden bihaber yaşayan standart geçirgen insanların da üzerinde kötü enerjili varlıkları kullanarak hasta edecekler, daha çok ilaç kullanılacak ve bu bilim aracılığıyla daha çok para kazanılacaktı.Öte yandan bir gerçeği biliyorlardı ki psikiyatrik ilaca bağımlı olan insanlar asla iyileşmeyeceklerdi ve yan etkilerle davranış mod bozukluklarıyla toplumda kimi kendini imha edecekti,kimi ailesini yok edecekti,kimi çocuklara ,kimi hayvanlara zarar verecekti.Kimisi de psikiyatrik ilaçların etkisiyle daha bir üst model uyuşturucuların tuzağına düşecekti.Ve uyuşturucular da toplumun içinde böylelikle pazarda yerini alacaktı..Dünyayı yönetiyoruz hükmü altında yıllarca insanlara bunları yaşattılar.Genç,yaşlı,çocuk denilmeden insanların DNA larını böyle bozdular.Geçmişe kalırsa hep hurafeydi,komplo teorisiydi bunlar ve bu belirtileri yaşayanlar şizofrendi aileleri hemen kliniğe götürürdü.İlaçlarla meseleyi daha da işin içinden çıkılmaz hale getirirlerdi.Yazık ettiler onca insana yazık..En çok üzüldüğümde şu ki, bu konuda çok üzüldüğüm bir hadise vardır..Yıl 2014 Gata da bir profesör doktor şizofreni hastalığını metafiziksel varlıkların yaptığını iddia ederek teşhisini ortaya attı..Gata da görev yapan bu doktorun adı Kemal Irmak’tı. Bunu iddia ettiği için Gata gibi yerde aşkla görevini yapan bu adamı harcadılar,bunu söylediği için bitirdiler…Adamı tüm meslektaşları hayattan soğuttular.Yıl 2019 ve Gata profesörünü zaman haklı çıkartmıştır.Umarız acımasızca men ettikleri bu değerli doktoru Avrupa alıp kendi bünyesinde çalıştırmaya başlamamıştır..İşte böyle böyle ilim ve bilimde geri kaldı bu ülke..Bir ülkenin alimlerine ve ilimlerine leke atılıyorsa anlayın ki orada karanlık güçlerin metafiziksel bir çıkarı ve menfaatsel planları mutlak olarak zarar görüyordur. Evet başlıkta yazdığım gibi Psikiyatri doktorları bu yazımızı sevmeyecek…Artık kendi keyiflerine kalmış.Kabul etseler de etmeseler de psikiyatri bilimi metafizikle çalışmak zorundadır,metafizik ilminden yardım almak zorundadır.Hele ki artık dünyada metafiziksel savaşların yapıldığı bu dönemler atlatılırken insanları ilaçlarla katletmek, hele ki ergenlik dönemini atlatan her gence ve zihinde hareketlilik yaşayan,ilgilenildiği takdirde bilim adamı olacak olan bu yeni nesil indigo ve kristal çocuklara dikkat dağınıklığı adı altında hastalık damgası yapıştırmak,yeni nesilleri metamfetamin ve kokain içerikli ilaçlara mahkum etmek, gıda terörü uygulanarak kas romatizmasına esir edilmiş memleketimin %90 ına serotonin üretemiyor adı altında mutsuzluk hastalığı damgası yapıştırıp adına fibromiyalji demek ve depresyon ilaçları yükleyerek yaşamına devam etmelerini istemek ayrı bir psikopatlıktır. Evet bu ülkenin insanları mutsuz,evet bu ülkenin insanları saldırgan artık.Evet bu ülkenin insanları keser dönüyor hesap dönüyor ve ilaçlara bağımlı olarak başka alanın doktorlarına ilaç yazmadıkları için saldırıyor artık.Bu saldırıları yapan insanlar değil,içlerine yerleşmiş olan ve zihinlerine sürekli öfkeyi,kavgayı ,emreden metafiziksel varlıklardır.İnsanlar psikiyatrik ilaçlarla zihinden komut edilebilir hale geldiler artık.Bunun bilincinde olun…Görüldüğü gibi bütün bunlar benim ülkemde bir psikiyatri biliminden ziyade insan ırkını yok etme planına ortak olup karanlık güçlere hizmet etmekten başka bir şey değildir.İşte siz psikiyatrilerin inanmadığı metafizik ilmini eski Şaman Türkleri de doğrular ve kanıtlar ki insanlar bu şekilde tedavi edilir ve korunurlardı.Bu devletin acil olarak işinin ehli olanlardan Ak Şamanlar ve Ehlibeyt olarak birlik olup Metafizik ekibini kurmaları gerekmektedir.Üzgünüm ama bu bir gerçek dünya Simya ile yönetiliyor.Terör inanmadığınız Simya ile yapılıyor.Savaşlar Simya ile yapılıyor.Müslümanın Müslümanı vurduğu yerde Simya ile beyinler yıkanıyor,insanlara negatif varlıkları gönderiyorlar.İnsanlar kan döküyor.Bizim ülkemizin yetişmiş İblisten uzak Ak Şamanları ve Ehlibeyt gerçek Havasçıları bunun üzerine çalışmalıdırlar.Şimdilik diyeceklerim bu konuda bu kadar..


Sevgiyle kalın..

Cansel Işık

Paylaş

Evimizde Yavru Kedi Spazmı(1)

13 Eylül Perşembe günü sevgili annemle aramızda bir telefon konuşması geçti..Benim annem namazını aksatmayan,Kuran-ı Kerimi hatmetmiş bir insan..Genellikle perşembe geceleri kabirdeki yakınları ve ailesi için yasin okur..Yine muhtemelen okumuş olmalı ki beni aradı.”Ne yapıyorsun kızım hiç ulaşamıyorum sana”.
Oysa 2 gün önce görüşmüşüz. ? Anlattım ne yapıp ettiğimi,konuştuk oradan buradan.Konu evdeki 5 aylık kedime geldi.”Sen hiç kedi değil beslemek,elleyemezdin bile.Nereden çıktı bu kedi sevdası ? Hastalık filan bulaşır,hem senin alerjin yok muydu? Evde beslenmez kedi, ciğerlerine tüyü kaçar,gönder ver bahçeli evi olan birine” dedi.Annem konuştukça boğazım şişti,yutkunmaktan.Gönder ver dediği andan sonra film şeridi gibi gözümün önünden geçti.5 aylık boncuk boncuk bakan,her attığı adımda emeğim olan o tertemiz şehzadeyi vermek fikri bir an göğüs aramı daralttı.”İyi de anne doğar doğmaz benim elime geldi,ne sokak gördü ne başka bir canlı,ne hastalığı ?” dedim.”E kızım kedi apartman dairesinde beslenmez,bahçeli evin olsa hadi neyse,hem evin bereketini kaçırır,rızkın kesilir.Bak zaten işsizsin o kediden sonra hepten parasız kalacaksın..Peki ne yediriyorsun kediye? ” dedi..
Söyler miyim hiç ? Araya laf karıştırdım.Hele anneme desem tüyleri dökülmesin diye tavuk yedirmiyorum,sindirim hastalığı olmasın diye baharatlı yemek yedirmiyorum,soğanlı yemek yedirmiyorum,kör olmasın diye makarna ve şekerli asla yedirmiyorum,bağırsağında parazit olmasın diye süt içirmiyorum. Sokaktaki kedilere bunları yediriyorlar, hatta bayatlamış yemeklerini döküyor şerefsiz insanlar ,zavallılarda bağırsak kurdu (coccidia) oluşuyor.Sonra bütün kediler hastalanıyor ve ölüyor.Bizim ki kuru mama ile yavru olduğu için aralıklı içinde kuzu eti olan ıslak mama yiyor,ton balık yiyor desem,kendin bunları bulup kansızlığını tedavi ettin de onlara mı yediriyorsun diye gelip kafamı kırar.
Anneme günümüz insanlarının kulaktan dolma bilgileri ve kötü davranışları yüzünden kedi sevgisini yüklemek biraz zor gözükünce peygamber efendimizin kedi sevgisinden, Muezza isimli kedisinden ve kedilerin sırtını okşamasından bahsettim. Hatta peygamberimizin kedisinin de sokak kedisi olduğunu, Muezza adlı kedinin Mekke’nin kavurucu sokaklarından Hz. Muhammed’in ilgisi ile kurtulmuş olduğundan bahsettim.”Hem anne,babam anlatmıştı ya babannemin de kedisi varmış üstelik sırtını çiğneyip masaj yapıyormuş kedisi,bende bunu masöz yapacağım bana masaj yapacak” dedim.
“İyi de ben kedi kötü demiyorum apartman dairesinde ev içinde besleme, yedir, içir,sev ama dışarıda bak.”
“Dışarıya alışkın değil bu kedi doğduğunda beni gördü ,dışarıda canavar gibi zebani insanlar var,kim buna sağlıklı yemek verecek? Anne sen beni kedi için mi aradın? Konuyu kapatsak diyorum.”dedim.Baktı baş edemeyecek “Amaaan ne yapıyorsan yap tamam ama hastalanma” dedi.Bildiğin kızdı bana.Her anne doğanın kanunu olarak yavrusunu koruyor düşünüyordu işte.
Ertesi gün günlerden Cuma ve mübarek gün.Büyük caminin bahçesinden geçiyorum.Aman Tanrım ne göreyim. Gözlerim fal taşı gibi ayrıldı. Üç,beş çocuk avuç içi kadar yavruyu plastik bir kapta süt içireceğiz diye avuçlamışlar.Yavrucak artık nasıl korkmuşsa küçücük sivri tırnaklarıyla çocukları tırmalamış.Bir o yere atıyor el kadar yavruyu,bir öbürü sütün içine kafasını sokuyor.Aklım çıktı,çığlık attım bağırdım,hemen koşup yavruyu ellerinden aldım.Bıraksam öldüreceklerdi.Yavru kedi çığlık çığlık miyavlıyor ve hıçkırıyor avucumda,evet yere attıkları için gözlerinden yaş akıyordu.İçim parçalandı,o cahil çocukları geride bırakarak yavruyla oradan uzaklaştım,kara kara düşünüyorum.Yavru için ne yapabilirim diye, fakat aklıma annem geliyor.Bunu da alırsam annem saçımı başımı yolar,evime gelmez diye korktum.Çok çabuk karar vermem lazımdı,kedi iyi değildi.Küçücük bedenine pireler üşüşmüş belli ki ısırıyorlardı, çok fena ciyaklıyordu.Yere bıraksam arabanın altında kalacak, ya da cani birine rast gelecek.Anne sütü içmesi lazım,nereden bulacak,annesini aradım sordum maalesef zehirlemişler.Vicdanım elvermedi.Mecburen getirdim eve.Dış parazit için petshoptan aldığım ürünü kimyasal da olsa tarifine göre uyguladım, banyosunu yaptırıp,iyice temizledim yavruyu.Evimi pireler basacak diye korkmadın mı derseniz hayır korkmadım,her şeyin sonuçta bir çaresi vardı.Fakat yolu artık benimle kesişmişti,hayatı bana emanetti,onun yaşaması hayatta kalabilmesi daha önemliydi.Bu artık benim vazifemdi.Anne sütüne eş değerde yavrular için özel süt tozu aldım.Daha 15 günlük ya var ya yok.O kadar aç ki şırıngadan içemiyor,içmek istiyor nefes alamıyor.O kadar da yorgun ki küt diye uykuya düşüyor.Kızım yardımcı oldu ,evdeki diğer kedimiz Erik şehzade yavruyu kıskandı mı, hem de nasıl kıskanmak. ?.Ev curcuna.Erik şehzade kendinden başka ilk defa bir canlı görüyor.Delirdi.Deli fişek gibi kızdı ,köpek yavrusu gibi hırlıyor,tıslıyor,yılan gibi ses çıkartıyor.Köşe bucak kaçıyor,aaa deli mi ne çocuk gibi küstü bize.Kucağıma aldığım sırada bana okkalı bir tokat attı patileriyle.Tırstım vallahi.Zor şartlarda da olsa yavruyu gıdım gıdım şırıngadan besledik.Erik efendiyi sakinleşene dek kafese koyduk.Benim aklım yavru kedi de tabi,kafam karışmıştı,nefes alışı bir tuhaftı.Nefes almasını engelleyen burnuna kaçan bir şey mi vardı acaba,çok da küçüktü burun deliği. Sonuçta süte sokmuşlardı kafasını.Sanki sol gözünde de küçülme ve kızarıklık,akıntı vardı.Belli ki darbe almış enfeksiyon kapmıştı.Saat gece yarısı olduğu için ertesi güne kadar bir şey yapamadık.Sabah baktığımda yavru kedinin gözü yapışmıştı.Çok üzüldüm,gözünü kaybedecek diye veterinere gönderdim,muayene ettiler fib virüsü almış mı,sıkıntısı var mı her yerini kontrol ettirdim.Burun tıkanıklığı için antibiyotik hap , gözündeki enfeksiyon için de antibiyotik damla ve merhem vermişti veteriner.Kızım telefonda bilgilendirdi beni,veterinerle konuşturdu.”Kaç lira?” dedim.Toplam 50 TL. olduğunu öğrendim. “Mecbur muyuz kullanmasak ne olur?Başka bir yolu var mıdır” dedim.”Kullanılması gerekir tedavi olmalı bağışıklık sistemi düşmüş,biraz kendini toparlasın getirin aşılarını yapalım” dedi.Aşılarını sordum.”70 TL” dedi.Neyse aşılara daha vakit vardı.Mecburen çok zorda kalmadan kullanmayacağıma yemin ettiğim kredi kartımı kızımla göndermiştim, o an ilaçları ödedim. Lakin ilaçlar elime geldikten sonra içim daraldı,daha 1 aylık bile değil, ne antibiyotiği anne sütü bile alamıyor, dokunmaz mı diyorum içimden.Bir yandan da tarifine göre istemeden uyguluyoruz.İlaçtan sonra hayvan iyiye gideceğine sanki kötüleşiyor gibi.Nefes alamadığı için de fazla yiyemiyor.Bir halsiz,bir halsiz.Kımıldamıyor yattığı yerden kalkmıyor…Allah’ım aklımı yiyeceğim.Avucuma aldım.”Oğluum,boncuğum” tık yok.Boş boş bakıyor.Derken kafa düştü elimde, sağa büküldü kafası.Küçük bir havlunun üstüne bıraktım.İçimden sövüyorum,”sana sebep olanların Allah belasını versin” diye. “Ne istediler bir lokma varlığından” diye diye ağlıyorum.“Kalk oğlum,hadi biraz yürü lütfen” diyorum.Sesim titriyor ,gözlerim görüyor çünkü yürüyen yavru kedi yürüyemez halde sürünüyor.Panikledim.Allah’ım ben de bir çığlık,bir çığlık ağlama başladı,öyle ağlıyorum ki hayatım boyunca hiçbir şey beni böyle ağlatmadı.
Kızım gözüme bakıyor,“Anne sakin ol antibiyotikten ötürü uyuşmuştur kalkar şimdi” diyor.”Hayır kalkmayacak,bu ölüyor can çekişiyor,yarabbim yardım et ne yapacağım,yol göster “diyerek ağlıyorum, avuçlarımda hık mık diye yutkunan el kadar yavruyla bakışıyoruz.Ciyak ciyak miyavlayan yavrunun miyavlaması da içine kaçmıştı,miyav sesi kısıktı,nokta kadar bir iniltinin en düşük tonu çıkıyordu.
Facebookta hayvan sahiplendirmeden Nur Özdemir isimli arkadaşa yazdım.Aslında tanımıyorum etmiyorum fakat yaşadığım şehirden biri olmakla beraber facebookta hayvanlar için emeklerini ve kutsal çabalarına şahit olduğum için numaramı verdim “acil yardıma ihtiyacım var” dedim.(Adına düşen Nur gibi kalbine de Nur düşen bu kızcağızdan ve emeklerinden başka bir yazımda bahsedeceğim) Allah razı olsun kız bana döndü,araç temin edelim,şunu yapalım,bunu yapalım derken “videosunu at bana yavrunun” dedi. Attım.”Bu yavru gidici, hemen Petical Hayvan Hastanesine götürün,nerede oturuyorsunuz” dedi.Adresi tarif edince gideceğimiz yerin bize yakın olduğunu belirtti.Gecenin bir vakti,araç yok,kimse yok,cepte para yok,beynim durdu.O an düşündüm o bir yavru,elimdeki benim doğurduğum babası ölmüş bir bebekte olabilirdi,o an bir anne olarak ne yapmam gerekiyorsa onu yapmalıydım.Kızımın arkadaşını çağırdık,çok şükür geldi,gittik.Hemen aldılar, hayvan hastanesinde muayene edilirken veteriner “vücut ısısı 35 e düşmüş,bazı organları kendini kapatmaya başlamış.Bu gece kritik gece,sindirim sistemine ağır gelenler parazit yapmış hastalanmış” dediğinde o sahne aklıma geldi,yavruyu bulduğumda insanlara bile hazmı zor olan, güneşte beklemiş pislikli bozuk inek sütünün içinde boğuyorlardı yavrucağızı,muhtemelen an ki maruz kaldığı durumların neticesiydi bütün bunlar.
Veterinerin sesiyle bir an kendime geldim,”karar verin vakit yok,bu geceyi atlatması lazım,eve götürecekseniz sıcak su torbasıyla vücut ısısını yükseltmelisiniz,yalnız her an her şeye de hazır olun yani bu gece ölebilir”şunu şöyle bunu böyle yapmalı,şu şekil yemeli dediğinde “Hayır ben o riske giremem,bir şey yediremiyorum,nefes alamıyor eve gidince elimde ölür,ben aklımı yerim” dedim, başladım daha da sesli hıçkırıklarla ağlamaya.Veteriner akan gözyaşlarıma bakınca kötü oldu ”tamam üzülme halledeceğiz.O zaman burada kalsın,serum takalım tedavisini yapalım,artık Allah’a ve bize emanet,siz gidebilirsiniz.” dedi.
Onu rahatlamış halde görmeden gider miyim hiç? Hemen enseden bir iğne yaptı.Sonra ağzından zorla vitamin renginde koruyucu sıktı,yutturdu. O veteriner gibi ne yalan söyleyeyim ben kıyıp da ağzını açıp bir damla yutturamazdım panikten.Tedaviyi görünce hastanede bırakmaya karar verdim.Yoğun bakıma küveze aldılar.İğnelerden sonra ayaklanmak için çabalayıp ciyaklamaya başladı.Sesi yükselince biraz rahatlamıştım.Ayrılacağım sıra ücret mevzusu geldi. “İki ya da üç gün gözetimde kalmalı,gelip ziyaret edebilirsiniz yarın,hastanemizde sokak hayvanları için indirimli tedavi yapıyoruz kullanacağımız tedavi masrafı 150 TL ” dedi.İlaçlar her yerde olduğu gibi yine pahalıydı malum.Sokak kedilerinden sadece ilaçların masrafını almak zorundalardı.
Cepte kuruş yok ,iki tur attım,düşündüm.Başkası olsa o yavruyu hayvan hastanesine getirerek insanlık görevini yaptığını düşünüp, nasıl olsa sağlam ellerde diyerek gerisine karışmayıp,devamını getirmezdi.Vaktiyle beynimde tümör olduğu için,öleceğim endişesiyle sevdiğim adam tarafından hastane odasında terk edilmiş bir kadındım ben.O yavruyu bu yüzden hastanede bırakıp, arkamı dönüp gidemezdim.Bunun ne demek olduğunu biliyordum.Bana o anımı saniyesi saniyesine anımsatmıştı.Onu sağlama almadan gider miyim hiç?
Allah beni sınıyor dedim içimden.Cami bahçesinde eziyet gören yavru,ayrıca günlerden Cuma mübarek gün ve annemle de konuştuklarımız aklımda.Evet evet, Allah beni sınıyor.Kızım ve arkadaşı bana kafası karışmış halde bakıyorlar, paramın o an üstümde olmadığını,bu durumda kredi kartına borç yapacağımı da bildiği için “ama ölecek,ölebilirmiş sende duydun,iyi de anne ben ünv. kazandım,iki gün sonra bize para lazım olacak iyi düşün” diye mozurdandı.”Ya yaşarsa 150 TL yi vermediğim için elimde ölürse, ben belki bir ay sonra 150 TL den fazlasını bulacağım ve kartı ödeyebileceğim,ama vermediğim için bu bebek ölürse ,hayır o yaşayacak ve direnecek,hem Allah senin de rızkını verir böyle düşünme.Ben de bu yavrunun rızkıyım. “ dedim.Gözümün önüne tonu düşmüş miyavlayışı ve aşağı düşmüş küçük el ayakları geldi.Felçli gibiydi, kafasını taşıyamayışı beni bir ağlattı ki susamıyordum.Bana sağlam kalan diğer gözüyle boncuk boncuk bakıp duruyordu.Dayanamayıp çıkartıp ödemeyi yaptım. Kedinin adını sordular.Daha henüz adı bile olmayan kedi için kızım “Limon bebek” dedi.Kaydını yaptılar.Bilgi vermek için numaram alındı.Geriye kalan sadece beklemekti.O gece nasıl sabah olacaktı bilmiyordum.Çok ağladım.Hiç uyuyamadım.24 saat açık olan kliniğin kapısında beklemek bile aklımdan geçmedi değil.Sanki bu halimi dışarıdan insanlar görürse,bana bir kedi için ne hallere düştü, deli kadın diyecekler diye de endişeliydim.Benim o anımı ve gecemi sadece bir tek kişi anlardı.O da Nur Özdemir.Kedilerin Ana Kraliçesi Nur, yavru kedinin durumuyla ilgili gelişmeyi sorarak yine göstermeye devam ediyordu ilgisini.Nur Özdemir ki sokak hayvanlarının tedavisi için veteriner kliniklerine 6000 TL borç yapmış bir öğrenciydi.Onun yaşadıklarının sadece 1 gecesini yaşamıştım ben.Benim ki onun 6 yıllık çabasının ve 6000 TL borcunun yanında nokta kadar da olsa burada bir can bir candı işte.Kalbi Nurlu Nur’dan bahsetmişken onun en çok hoşuma giden sözü ve fotoğrafını da gurur duyarak kendi izniyle şuracığa iliştireceğim.
Ben ki bir zamanlar hiçbir kediyi elleyemezdim.Üstelik etrafımda kedi anneliği yapan kadınları görürdüm.Yalanım yok aynen şunu derdim “Manyak mı bu kadınlar,nedir bu kedi sevdası,çok saçma,abartıyorlar” derdim.Şimdi ben o sevdanın nirvanasındayım.Anlamak için mevzunun içinde olmak gerekiyormuş.Üstelik kediler hakkında bilmediğim neler neler varmış.Meğer bizler hep kulaktan dolma uyduruk anlatımlarla kedileri nankör diye etiketlerken çok yanlış yapıyormuşuz bunu da anladım. Bu tarif edilemez bir duyguymuş, merhametten yoksun olan,vicdanı tavuk vicdanı olanlara anlatılamaz bambaşka bir duygu.Kolay kolay ağlayamayan ben sanki kollarımda sevgilim ölüyormuş gibi ağlayınca, bilen bilmeyen etrafımdaki herkes donakalmıştı.
Kızım ; “Anneme bak sen,eve 5 ay önce Erik şehzadeyi getirirken annem eve asla kedi sokmaz diye ödüm kopmuştu,kadın aşmış mevzuyu.Kedi elleyemeyen kadın sokaktan kedi toplar bakar oldu” dedi.
Arkadaşı da şaşkın şaşkın bakarak ;” Cansel teyze ilk defa bu kadar duyarlı birini görüyorum,şaşkınlığım bu yüzden,merak ettim sadece Allah aşkına kedi de bu kadar çıldırmış gibi ağladın,kızına Allah etmesin bir şey olsa seni düşünemiyorum” dedi.
“Bence de düşünme ,Allah etmesin zaten ben o yavruyu kendi yavrumun yerine koyduğum için bu haldeyim” dedim.Sustular.Eve geldikten sonra çekildim odama.Sürekli gözümün önünde o yavru kedi. O vakit iç sesim, gıcık gıcık yalpalamaya başladı.Kulağıma biri durmaksızın aynı papağan gibi bir şeyler fısıldıyor, bir türlü susmuyor.” ya ölürse, ya ölürse,ya ölürse,ya ölürse.bak göreceksin ölecek,paranda boşa gidecek”.
İçimle konuşuyorum “Kes zırvalamayı o çok güçlü ,ölmeyecek, aynı benim gibi hayata tutunacak sende göreceksin.”diyorum.O gece kedinin ölmemesi ve hayata tutunması için sabaha kadar ağlayarak dua ettim.Evet komik gelecek çoğunuza,hatta abartılmış bile bulanlarınız olacak biliyorum,fakat gerçekten dua ettim.Genellikle genç kızken, sınavlara girerken 7 AYETİ KERİME’yi okurdum ve arkadaşlarım;“ Senin işin 7 ayete kaldıysa demek ki bu Türkiye birincileri sınavlara girerken tüm kutsal kitapları okuyarak giriyor “ diyerek gülerlerdi.O zamanda ciddiye alınmazdım,alay konusu olurdum.Ben yine de 7 ayeti okudum ve Allah’a havale ederek hayırlı haber için ertesi gününü bekledim.
Doğumundan henüz 15 gün geçmiş yavru kediyle hayatta kalmak için verdiğimiz mücadelemizin ve zorlu maceramızın ilk gününü okudunuz. Daha paylaşacaklarım bitmedi.Evimizde Yavru Kedi Spazmı (2) ise devamında gelecek.
Selametle Kalın.
To be Contınued….
Cansel Işık/Manyakaşkıngelini
Paylaş

Hastalık da Varmış,Ölüm de,Kalım da

Hayat her zaman güzel poğaça kokulu çocukluk anılarını getirmezmiş burnuna.
Hastalık da varmış,ölüm de kalım da.
Ben poğaça kokularıyla annemi yad ederken, o vakitlerde babamın yorgun kalbi acıyormuş meğersem.
Cumartesi gecesi sebebini bilemediğim başka bir düşünce hali ve uykusuzluk vardı bende.
Aynı akşam arkadaşımın annesinin Mersin Tıp Fakültesine götürüldüğünü fakat yoğun bakımda yer olmadığı için tekrar ambulansla Toros Devlet Hastanesine götürülürken kalbinin durduğunu öğrenmiştim.Çok şükür ki şok vererek geri getirmişlerdi.
Arkadaşım yaşadığı andan çok korkmuş,panikten cihazların adını unutmuş ağlıyordu.Monitör ekranından bahsediyorken arkadaşıma teselli olması için;
“Korkma babamda aynı rahatsızlıktan iki defa mücadele etti,monitörde kalp ritmini takip ediyorlar,atlatır inşallah,Allah yardımcımız olsun” dedim.
O gece stresliydi,uyuyamadım.Sabaha karşı dalmışım.
En korktuğum; gece çalan telefon ve sabah erken çalan telefondur.Telefonum erken saat çalmaya başladı.Normalde hayatta bakmam.Bakasım tuttu,baktım kızım arıyor.
“Anne ananem aradı dedemi gece ambulansla Mersin Tıp Fakültesine kaldırmışlar,beni çağırıyorlar.Yoğun bakıma almışlar.”
Rüya sandım,dona kaldım,
Yataktan doğrulamadım.
“Ne diyorsun? Ne olmuş?”
“Ananemi ara ben çıkıyorum anne.”
Poğaçaların kraliçesini aradım.Bendeki paniği fark eden annem,hipertansiyon hastası olmasına karşın soğukkanlılıkla
“Dur,korkma.Akşam sol kolu ağrıyordu,kuluncum ağrıyor, biraz ov dedi,ovdum,krem sürdüm,10 dakika geçmedi çok terlemeye başladı.Tansiyon hastalığı yok ama tansiyonunu ölçtüm 16 çıktı.Çarpıntısı da olunca taşikardi ilacını verdim,baktım ağrısı daha da artınca kalk hastaneye gidelim dedim,inat etti.Yav abartma geçer dedi ama ambulansı çağırdım,Geceden beri buradayız.İyi ki de getirmişim”
“Kalp krizi mi?” dedim
“Yok kalbi temiz,yoğun bakıma aldılar.İçeri almıyorlar zaten sen gelme.Ne olduğunu söyleyecekler ararım ziyaret saati gelirsin” dedi.
Ben kalakaldım.Şikayetler kalp krizi belirtisiydi ama annem “kalbine baktılar temiz” demişti.”Romatizmal ağrı mı değil mi ona bakacaklar” demişti.
Temizdi babamın kalbi zaten.Atardı içine,sessiz sessiz,gülümseyerek kürek kürek doldururdu içine.Ve herkes acı dolu,çile dolu,stresten gevremiş kalbinin içini bemberrak sanırdı böyle.
Arkadaşımın annesi geldi aklıma,meğer aynı saatlerde ambulansla aynı hastaneye getirilmişler.Fakat yoğun bakımda yer yok denilmişti onlara,ve onun annesinin kalbi yorgunluğa dayanamayıp yolda durmuştu.Çok şükür geri getirmişler,o güçlü kadında hayata tutunmayı başarmıştı.Dünden beri çok tuhaf duygular içindeyim.
Ya bu nasıl bir şey? Müsabaka gibi.Maraton gibi.
Kalpler yorgun…Yüzler sahte gülümsemeler altında,kürek kürek doluyor acılarla…
Sessiz sessiz gidiyorsun maratona.
O yoğun bakımda yer yok denilen kişi arkadaşımın annesiydi,çok da severdim” pamuk anne” derdim.
Bu babam da olabilirdi.O kadar tuhaf ki ne ağlayabildim ne de sevinebildim.Dondum öylece.Babamın kızıyım işte dimdik duruyorum,annem ağlıyor.
“Babana bir şey olursa ortada kalırım bana kimse de sahip çıkmaz” diyerek içli içli ağlıyor.İçim parçalanıyor,tepki veremiyorum,yutkunup konuşamıyorum.
Dayanamadım,lavabo bahanesine uzaklaştım oradan.
Telefonum çaldı,kardeşim aradı.
Kardeşlerim İstanbul’da olunca babamın daha önceki doktoruna ulaşmaya çalışıyorlar “takipli hastanızın operasyonunda sizinde olmanızı istiyoruz” demek istemişler fakat ulaşamamışlar.Durumu bildirdiler.
Tekrar geri döndüğümde annem işte organik Anadolu kadını.
Hiç dışarıdan yemek yemez.Tuttu poşetten bir şişe su çıkarttı
“Al su iç” dedi.Aldım içtim,elime tuttu 7 yıl sonra sizlere Cumartesi günü anlattığım poğaçalardan tutuşturdu.
Ah annem ben o boğazıma yumruk gibi dizilmiş bu acıyla o poğaçayı nasıl yiyeceğim ki şimdi.Poğaçaları görünce bir yumruk daha dizildi.
Derken yoğun bakımın kapısı açıldı.Babamı kısa süreliğine görün diye getirdiler.Elimde poğaçalar,sol yanımda poğaçaların kraliçesi, sağ yanımda kod adı “Angel” kanatsız meleğim.Daldık içeri,sedyede ameliyattan çıkan babam, hiç ağlamayan çınar ağacı gibi adam, başladı ağlamaya.Sol elimde kaldı poğaça,nereye de koyacağımı bilemedim, sağ elimi tuttu babam.Buz gibi elleri,benimse yanıyor ciğerim.
Annem ağlama niye ağlıyorsun derken o da ağlıyor.Dedesini babası gibi gören kanatsız melekte ağlıyor.
Babam şunu diyor;
“Geceden beri dua ettim,inşallah daha önceki ameliyatımı yapan doktor rast gelir dedim.Allah’ım dualarımı kabul etti,kendi doktorum geldi” diyor ağlıyor.
Sol elimde poğaçalar sağ elimde buz gibi babamın eli.
Tuttum ilk defa öptüm alnından..
Ağlayan babam tıpkı ben…Ağlayışını daha fazla görmemizi istemediği için suratını çevirdi ve sedyeyi götürdüler.
Babam giderken boğazıma dizilen yumruklar açıldı birer birer.
Gözlerim çözüldü aktı ardından damlalar birer birer.
Velhasıl hayat her zaman güzel poğaça kokulu çocukluk anılarını getirmezmiş burnuna.
Hastalık da varmış,ölüm de kalım da.
Her canlı ölümü tadacaktır illaki ama yinede her ölüm erken ölümdür…
Allah ömür versin Annelerimize,
Babalarımıza ve Evlatlarımıza..

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

Paylaş

Poğaça Kokuları

Binadan şu an çok güzel poğaça kokuları geliyor.Annemin geçmiş zamanda heyecanla beklediği, misafirleri için özenerek yaptığı poğaçalar aklıma geldi.
Yapıldıktan sonra nefsini ķörelt diye iki tane verilir ve sonra saklanırdı poğaçalar bizim evde. ?
Bilmiyor ki annem, saklanan her şey kıymete biner bende.
Çocuk aklım işte ?? koklaya koklaya gider evin olmadık en ücra köşesinde bulurdum poğaçaları.
Tabi ki tepsiyle olduğu gibi bıraksa poğaçalardan boşluk ve iz kalır diye korkudan yemeyebilirdim.Ama annem tepsiden söküp saklama kaplarına koyarak saklardı.
Bende bu güzelim poğaçaları bulup da yemeyene salak derler diyerek bir güzel afiyetle yerdim. Her an ensemden şaplak da yiyebilirim diye birde korkardım hani.
Sonra misafir teyzeler gelirdi, kahveler,sohbetler derken mutfaktan buram buram çay kokusu gelirdi.
Calıştığım ders masasından tilki gibi yardım etme bahanesiyle mutfağa gider servislere yardım ederdim.
Misafir çocuklarının tabaklarını da verdikten sonra annem ciğer bekleyen kedi gibi suratımı fark edince
” Çocuk bak sen it burunlusun, kime çektiysen artık
nerede bu poğaçaların 5 tanesi ?” derdi ?? ” Bak sen bugünkü hakkını yemişsin yeter, yoksa patates çuvalına döneceksin ” derdi.
Yahu hadi ben it burunluyum,ya anneme ne demeli?
Mübarek KGB ajanı halt etmiş,nereden anladın 5 ini yediğimi? Kadın meğersem üşenmemiş onca poğaçaları sayarak koymuş.?
Patates çuvalı dediğinde balkonda duran patates çuvalına dikilirdi gözlerim, “niye patates çuvalı yahu her yanı delik bunun ne alaka” derdim ? 

Annem misafirlerinin yanına gider gitmez, misafir çocuklarının oynadığı yere gider, pes etmez onların tabaklarından bir tane alır çalışma masama kaçardım.
Yine yakalanırdım,ispiyon ederdi çocuklardan biri ağlayarak gelir beni gösterir şikayet ederdi,bir tanede tokat indirirdi,saç baş girerdik. ??
Sonra ben ağlardım.
Kadınlardan biri gelip benim saçımı okşayarak dedi ki ;
“Güzel kızım, çakır saraylım,senden poğaçaları esirgeyen yok,senin güzelliğin bozulacak diye annen vermemiş,bak kilo alırsan kimse beğenmez seni” derdi.
“Siz niye yiyorsunuz o zaman, çirkin olmak için mi,sizin kocanız sizi niye beğeniyor ?” diyerek ağlamaya devam ederdim.O sorunun cevabı gelmezdi tabi gülerek geçiştirilirdi.
Ne poğaçalardı bee izdiham sebebi, uğruna neredeyse katliam yapabileceğim poğaçalar ?
Ortalık sakinleşince bir kenarda oturup,kaşlarımı çatmış halde bir poğaçalara birde teyzelere bakmaya devam ederdim.
Demek ki derdim; annem beni seviyor, o zaman bu teyzeleri sevmiyor,değilse böylesine kilo aldıracak şeyleri onlara niye yedirsin ? ???
Ulan arkadaş bu nasıl tezatlık, nasıl kokuyor şimdi burnuma.Yapsam kendi kendime şöyle bir tepsi poğaça, kendime mayalarla zarar vereceğim, verdiğim kiloları alıp annemin dediği gibi patates çuvalına döneceğim.
Nasıl verilir o kilolar sonra?
Patates çuvalı şeklinde yürüyen kalçalar geliyor gözümün önüne.
Allah korusun.
Yok iyisi mi kokla kokla otur avucunu yala. ??

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

Paylaş

İncecik,derincik,zekacık,felsefik sonuçlar

 

Bana göre ;gevşek ve sıradan zekaların hayatları daha kolaydır ve aldıkları işleri daha bir kolay sonuçlandırırlar.
Sonuçtan mutludurlar.
Sorsanız “Nasıl yaptın ?” diye, oturup anlatamazlar.
Felsefik ve ince düşüncelerin derinliklerine inenler ise; meseleleri inceden inceye eleyip dokurlar,zekaları kabına sığmaz, çoğunlukta zihinsel tezatlıkların esiridirler,çok derinlere indikleri için de sürekli bir engelle karşılaşırlar ve geneli de sürekli mutsuzdur.
Sorsanız “Neden başaramadın, mutsuzsun” diye,güzel konuşma kabiliyetiyle bir bir anlatırlar.
Fakat sonuca baktığınızda yaşamları boyunca bir çok güzel fırsatları kaçırmışlardır.

Bu gündelik yaşantımızda malesef böyledir.
Bir şey hakkında çok inceler,çok eşelerseniz zihniniz sersemleşir, sonuç hüsran ve karamsarlık olur.

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

Paylaş

Hızlı Beyin Sendromu

Türkiye’de yaşayan insanların son 10 yılda %80 i Hızlı Beyin Sendromu yaşıyor ve en kötüsü kimse bunu bilmediği gibi de kabul de etmiyor.Daha önce bu oran %8 di.
Hızlı beyin sendromu yaşayanlar aslında yüksek zekaya (IQ) sahipler,fakat duygusal zeka (EQ) sorunları her yerde sorun yaşamalarına ve sorun çıkartmalarına neden oluyor.
Hızlı beyin sendromu olanlar arabanın anahtarını nereye koyduğunu hatırlayamaz,stresten der,zaman kavram ve yönetimi hep baltalıdır,Konuşurken insanların laflarını istemsizce ağızlarına tıkarlar,rutin işlerden ve hayattan sıkılıp kaçarlar,o işlerde kesinlikle başarılı olamazlar,sürekli yenilik peşinde koşarlar.Enerjiktirler,bir bakmışsın kaplarına sığmazlar,bir bakmışsın çökmüşler.Asla sebatlı değillerdir.
Büyüyen kredi kartı borçlarını ve bütçelerini düşünmeden alışveriş yaparlar.
Çünkü dürtüsellik, onları sonuçlarını hesaplayamadıkları davranışlara itmekte.
Ve çevrelerindeki dostları ,arkadaşları, aileleri sürekli bu insan tipini eleştirirler ve genellikle bu insanlara küserler.
Küsmeyin  

Yoğun şekerli gıda tüketimi, hazır dondurulmuş gıdalar,kıvam arttırıcı lezzet odaklı fast food gıdalar, radyasyon ve elektromanyetik alanların çokluğu yüzünden bu insanlar Hızlı Beyin Sendromu yaşamaktalar.

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

Paylaş

Dolar mı Girmiş Götümüze ?

Hepimiz miniktik bir zamanlar…

60’lı,70’li,80’li,90’lı çocuklardık bu ülkede.
12 – 18 Aralık tarihleri arasında, yıllarca bir haftanın anlam ve önemini öğreten etkinliklerle kafamıza kazımaya çalıştıkları bir mantık vardı.
Yıl 2018 ; Gördük ki 60’lı,70’li,80’li,90’lı çocuklar bu konuda sınıfta kaldı.
Böylelikle topluma kendisine ait olanı koruma ve geliştirme duygusunu aşılamak için çırpınan müfredatların ve öğretmenlerimizin emekleri de boşa gitmiş oldu.
Neydi o Yerli Malı Haftasının mantığı ?
Tükettiğimiz ürünlerin ülkemizde üretilen ürünlerden seçilmesi gerektiğiydi.
Bunun mantığı neydi?
Bilinçli tüketicilik ile ülkemizin zenginliklerinin artmasına katkıda bulunmaktı.
Biz ne yaptık ?
Vakko’dan giyinmeyeni adamdan saymadık,
Parizyen ve Müjde çoraplarını giyince seksi olduk sandık,
Popomuzu kavrayan Levi’s pantolonların buz rengini,501 ni giyince kendimizi bir bok sandık,
Timberland,Lumberjack giymezsek gideceğimiz yere gidemeyeceğiz sandık,
Mutfaklarımıza Danone yoğurt girince,Çorbamıza Maggi eli değince,çocuklarımızın sütüne Nesquik girince,Kahve keyfimize Nescafé eşlik edince, yemeklerimize Rama,Sana,Komili,Sırma derken Kalbimizin damarlarını Becel koruyacak sandık.
Mutsuzken Milkalar bizi mutlu edecek sandık,
Ramazan ayında hatta yerli malı haftasında bile masalarımızı utanmadan Coca Cola,PEPSİ,Yedigün,Sprite,Fantalarla donattık.
Bahçelerimizin meyveleri varken Cappy Meyve Sularına yapıştık.
Elimizde has zeytin bahçeleri ve yağları varken,sabun üretebilme şansımız imkanımız varken biz Hacı Şakir’i bile yerli sabun sandık.
Clear şampuanla kepeklerimizi yok ettiğimizi,Blendax ile saçlarımızı ahenkle dans ettirdiğimizi,Dove ile süt yumuşaklığında bir tene kavuşacağımızı sanırken,
Orkid ile kuru kupkuru dolanacağımızı sanırken elin piç Amerikalısı Türk kadınlarının ve kızlarının yumurtalıklarını kurutarak Türk soyunun üremesini durdurdu.
Et ve Balık kurumundan kıyma alıp evinde çocuğuna,kocana köfteler yapacağına sen McDonald’s ile Burger King’in köfteleriyle Türk çocuklarının neslini mahvettin.
Senin çiftlik tavuklarına bok attıkları için KFC lerin tavuklarıyla zehirlenmeyi tercih ettin.
Sen evinde Air Wick ile havan değişecek sanırken,Alo,
Ariel ile donlarını kar beyazı yapacağını sanırken,Calgon ile kireçlerin pasın çözülecek sanırken oturdun Amerikan Avm si Carrefour’u zengin ettin.
Siz devam edin!
Çocuklarınızı IBM ,Dell, İntel bilgisayarlara oturtup saatlerce oyunlar oynatın,IPhone telefonlar Ipad tabletlerle çocuğunuzun kanser olan hücrelerinin gelişimini alkışlayın.
Türk çocuğu yavaş yavaş ölürken, “Çocuğum çok akıllı amcası maşallah ben bile anlamıyorum bu cihazlardan,zehir gibi zekası var maşallah” diye de hava atın.
Siz 60’lı,70’li,80’li,90’lı ablalar,teyzeler,yengeler, tek rakibiniz olan Köydeki saçlarını zeytinyağıyla besleyip,kille yıkayan Kezban yengeye inat, doğuştan sarı saçlı mihribana inat Pantene ile güzelleşmeye,Loreal ile renkten renge girmeye devam edin,
Signal,Colgate,Sensodyne,Ipana,Oral-B ile dişlerinizi parlatarak hayata gülümseyeceğim diye, beyninizin algı bölgelerini felç edip aptal bir toplum olmaya devam edin.
Ülkemizde kendi üretimimiz olan Sleepy (Eruslu Sağlık Ürünleri) Molfix (hayat Kimya) bezleri dururken siz bebeklerinizin popolarını kuru kalsın,geceleri rahat uyusun,pişik olmasın diye Türk düşmanı piç Amerikalıların Prıma beziyle sarıp sarmalayın çocuklarınızı.
Sonra Canbebe’ler satılmadı diye iflasa gelsin, Nasıl olsa Türkler bir bok işletemez diye onu da yabancılar satın alsın.
Yumoşlarla çamaşırlarınızı yumuşatın,Viledalar ile evinizde dans edin.Veet hazır ağdalarla tüylerinizi yolup kaymak gibi bacaklarınızla havuz,güneş, deniz sefası yapın.
Ah canlarım benim Amerika’nın Vaseline merhemi ile de epey bir yumuşamışız demek ki ;
Baksanıza elin piç Amerikalısı yıllarca vaselinle yağlamış bizi, koca ülkeye hiç hissettirmeden yıllarca sokmuş da sokmuş.
Farkında değil misiniz halen?
Ne mi sokmuş?
Viledanın sapını ayrı, ucunu ayrı dolar bazında Ekonomik saldırılarıyla götümüze kadar sokmuş.
Allah Allah Amerikanın ağzımıza soktuğu Falım sakızlarında onca fal açıp okumuştuk oysa, bize hiçbir fal bunu söylememişti bak sen şu işe.

Şimdi gözünü aç ve iyi bak, ağzımızdan götümüze kadar girenlerin hangisi YERLİ MALI ?
Senin derdin halen DOLAR 7 TL olmuş “Oooo battık Allah Belanı versin Tayyip Senin !!”
Tayyip mi vardı lan 60’lı,70’li,80’li,90’lı yıllarda, bunları Tayyip mi alın kullanın dedi size?
Titre ve kendine gel Türk vatandaşı dışarıya kendin kendini bağımlı ettin.
YAN GELİP YATTIN,ÜRETMEDİN,ÜLKENDE ÜRETEN VARKEN ÜRETENDEN ALMADIN,
DIŞARIDAN GİREN MALLARDAN HAZIRI YEDİN,İÇTİN,SIÇTIN,
Sen Yerli Malı haftasının mantığına ihanet ettin!!
Dolar mı girmiş götümüze ?
Yapma ya hiç hissetmedik,
Yalamaya dönmüş vaselinli götümüzle.

Günaydın Türkiye uyanın da balığa gidelim.
Birazda kendi denizimizin balığını yiyelim.
Dikkat edin,onları da vaselinlemiş olabilirler.
Kaçırmayın balıkları, haydi rastgele

Paylaş

Çalınmış Hayat ve Çalınmış Düşünce Yoktur

Kendinizi yaşadığınız acılar ve mutluluklar ile kenara çekip sınıflandırmayın.
Yaşadıklarınız sadece size özel değil,farkında değilsiniz belki ama ,aynı hayatın 5 sahne eksiğini ya da fazlasını yaşayanlarla yaşıyorsunuz bu kainatta.
Ünlüler ve ünsüzler,ezikler ve güçlüler diye bir kavramda yoktur aslında.Bu kavramı destekleyenler hep aldananlardır.
Yaşanmış hayatın bilançosuna göre sağlıklı ve sağlıksız insanlar vardır sadece.İhtiyaçlarımız aynıdır,
Mücadelelerimiz bile aynıdır.
Çünkü insan olanın mutlak benzeşen bir hayatı ve vermesi gereken sınavı vardır.
Herkes; sınavı seçtiği bölüme göre değil,yaşadığı çizgiye göre değerlendirilir.
Dolayısıyla bir gün; başkalarınca yaşanmış bir hayatın,ve başkalarınca yazılmış bir kitabın da özet kısmında rastlayabilirsiniz kendinize.Rastlamadıysanız henüz sizin hayatınızı yaşayanlar daha sizi yazmamışlardır.
Çalınmış hayat ve çalınmış düşünce yoktur.
Yazılmamış hayatlar ve hayata geçirilmemiş düşünceler vardır.

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

Paylaş

Şizofren Diyerek Geçme !

 

Toplumda ağzımıza alıştırdığımız hani şu kelime vardır ya,lakayt biçimde tırmalar kulaklarımızı;

” Şizofren misin oğlum (kızım) sen ? ”

“Birde psikoloji okudum diyorsun, sen nasıl psikoloji okudun önce kendini tedavi et ! ”

“Şizofum benim jüpiter gibisin ha, galiba sizde genetik ”

“Senin gibi cins şizofren olanını da ilk defa görüyorum pes !”

“Nerenden yumurtluyorsun abi bütün bunları ? Android misin, şizofren misin ne iş anlayalım bak yine mala bağladın ha ”

Yazıma böyle bir giriş yaptım,çünkü bu tür konuşmaların geçtiği bir diyaloğa da ben dolmuşta şahit olmuştum.Muhabbet sahiplerinin.yaşları 30-40 arası vardı. Dolmuş gibi halka açık bir mekanda konuştukları için bazıları ters ters bakmıştı konuşanlara.Neden ters baktıklarını düşündüğümde hak vermiştim bakanlara.Çünkü istatistiklere göre Türkiye’nin 600 bin nüfusu şizofren hastasıydı.Kim bilir konuşanlara ters bakanlar ya şizofren tedavisi görüyordu,ya da bir hasta yakınıydı.

Bir kere şizofren kelimesi ; gerçeklerle iletişimi kopmuş,gerçek dışı düşüncelerle hareket eden,düşünce, duygu ve davranışlarında önemli bozulmalar yaşayan insanların içinde bulunduğu ızdıraplı bir ruh hastalığını ifade eder. Bilinçsizce kullandığımız şizofren kelimesi hakaret sayılan kelimeler arasında yer aldığı için iletişimde ağız alışkanlığı olarak kullanıldığında  hakareti amaçlamasa da, yine de bu tür hitaplar,şakalar tüm hasta kişilere, hatta yakınlarına yönelik bir onur kırma ve aşağılama durumunu barındırır. Bu sebepten şizofren olsun ya da olmasın her iki tarafa da şaka mahiyetinde kesinlikle söylenmemesi gereken kelimelerden biridir.İşte toplum içi davranışlarımızda bizler bunlara hiç dikkat etmiyoruz.

Hatta şizofrenlerle ilgili bir araştırma yazısında okumuştum.”Tarihte şizofreni hastalığı tanısı konmuş pek çok sanatçı vardır” diyordu.

Öncelikle sanatçı ve şizofren arasındaki farklılıklar nedir ne değildir onu kavrayalım.
Sanatçı;
Kişisel birikimlerini, bilinçaltını, yaşam felsefesini, kollektif bilinçaltını harmanlar.Derinlerde yatan, işlenmemiş ham malzemeyi deneyim, bilgi, ustalık ve estetik elementler yardımıyla işleyerek topluma sunar.
Şizofren ise;  çoğunlukla kendi iç dünyasını anlatan mesajlar verir, kendisi için özel anlamı olan semboller kullanır.
Şizofren olduktan sonra sanatçı olanlar ile profesyonel sanatçı arasındaki tek fark; kendini ifade etmesi, yaratma dürtüsü ve ölümsüz olma isteğidir.
Bu arada rica ederim “Şizofren” diyerek ,aşağılayarak ya da sallayarak hastalıkmış diyerek de  geçmeyin lütfen  

Bugün Louis Wain,Vincent Van Gogh,Carlo Zinelli,Adolf Wölfli gibi ressamların yapmış olduğu resimlere bakarsak onlar şizofren sanatçılar arasında hatırlanabilecek isimlerin en başında gelir.
Farklı sanatlarda isimler örnekleyecek olursak;

  • Fransız oyun yazarı, oyuncu, yönetmen ve şair Antonin Artaud,
  • Alman lirik şair Johann Christian Friedrich Hölderlin,
  • Avustralyalı konçerto piyanisti David Helfgott,
  • Polonyalı balet Vaslav Nijinski,
  • ABD’li matematikçi John Forbes Nash,
  • ABD’li caz trompetçisi ve kompozitörü Tom Harrell gibi isimlerin başarılarını görebiliriz.
  • Tabi ki Şizofren sanatçılar arasında 50 yılı aşmış rock müziğin efsane ismi Pink Floyd grubunun bestekarı ve vokalisti Syd Barrett’i de unutmamak lazım.

Buraya kadar Avrupalı sanatçıların isimlerini gördük.Kendi sanatçılarımızdan da şöyle baktığımız zaman,görünen yanıyla imrendiğimiz o ünlü isimlerin bir çoğununda şizofren tedavisi görmüş olduğunu görüyoruz.Tedavilerden sonra hayatları kendilerine zehir olurken,diğer yandan bizlere ışıl ışıl görünebilen bu insanların aklımızda kalan yeteneklerinin ve yaratıcılıklarının tek nedeni ise şizofreni olmuş olmalarıdır.

Çok uzağa gitmeyelim filmleriyle gönlümüze taht kurmuş,en akılda kalır ismi hababam sınıfının meşhur Mahmut hocası Münir Özkul. Sahi oyuncu Münir Özkul’un bir dönem toplumdan yaşadığı sıkıntılardan dolayı oyunculuk döneminde aynı zamanda şizofreni ile de mücadele ettiğini kaçımız biliyoruz ?

Münir Özkul, rahatsızlığı için kullandığı ilaçlardan fayda görmeyip alkole nasıl sarılmış olduğunu  bir röportajında şu kelimelerle anlatmıştır “Bu,sanatçıların çok başına gelen bir şey.
Sevilmek istiyoruz,yani toplumdan bir şeyler bekliyoruz,biraz takdir bekliyoruz.Olmuyor,gelmiyor…”

Münir Özkul yine bu röportajında içkiden nasıl kurtuldunuz sorusuna da şu şekilde cevap verir  ; “Tam şuurlu olarak yapmadım bunu.İçkiyi bırakmayı çok istiyordum.Gitmediğim doktor,yatmadığım hastane kalmadı.Hastane duvarlarının arkasına girdiğim zaman kendimi rahat,emniyette hissediyordum.Fakat dışarı çıkıp o toplumun dışarı çıkar çıkmaz hissedilen baskısı var ya hissettim bunu….Bir sanatçı olarak sevilme zorunluluğu.çalışmak zorunluluğunu sırtımda hisseder hissetmez o çocuksu bünyem hemen paniğe kapılıyor ve  hemen içki şişesine sarılıyordum.”

Bir gün Münir Özkul’un yakın arkadaşı Haldun Taner Münir Özkul için ünlü bir psikiyatr olan  Dr. Süleyman Velioğlu’ndan bu rahatsızlık için randevu almıştır ve doktorun Haldun Taner’e cevabı enteresandır. Zaten  Dr.Süleyman Velioğlu 1967 de kişisel bir sanat anlayışı geliştirerek  Akatünvel Sanat Grubunu  kurmuş olan bir doktordur.Yani sanata çok uzak bir kimlik değildir. Dr. Süleyman Velioğlu aynı zamanda Türkiye’de Psikiyatri alanında Creative Art Therapy yani Sanatla Teşhis- Tedavi yöntemini uygulayan ilk kişi olarak bilinmektedir.Bu çalışmaların dışında “Bir Sizofren Hastanın Sanat Ürünleri”  “Prepsikotik Aşamadan Psikoza Şizofrenik Süreç” “Akıl hastası Ve Sanatçı” “İnsan Ve Yaratma Edimi” adında  kendi ilmiyle ilgili kitaplarında yazarıdır.Tüm bilimsel araştırmalarını sanatla teşhis ve tedavi üzerine yaptığı için Haldun Taner şizofren ve sanatçı olan Münir Özkul’u Dr.Süleyman Velioğlu’na getirmiştir…Doktorun Münir Özkul için “Bu adamı neden iyi etmek istiyorsunuz? Sanatı ve başarısının nedeni bu yakındığı özellikler. Onları iyi edersek, ortada sağlıklı bir kabuk kalır. Bırakın olduğu gibi devam etsin, şimdi mutsuzlukları içinde mutludur. İyi olursa büsbütün mutsuz olur.” demiştir.

Sizi bilmem ama Haldun Taner ile psikiyatrın arasında geçen sohbetin bu kısmı  beni oldukça etkiledi.Münir Özkul için söylediği bu sözleri tüm şizofreniler için düşünürsek hani haksız da sayılmaz.Şizofrenler bana göre ayrıcalıklı insanlardır. Düşünsenize mutsuzluklarınız ilham kaynağınız,mutsuzluklarınız mutluluk kaynağınız ve mutsuzluklarınız yaratım,üretim kaynağınız,mutsuzluklarınız toplumsal bir hesaplaşma kavganız.Bu mücadelede sizi kucaklayan sığındığınız birde hayal dünyanız var.Bu kendini gittikçe toplumdan soyutlayan ayrıcalıklı ruhu ilaçlara boğarak öldürmek ve sadece etten bir kostüm giydirip ruhu ölmüş diğer ruhsuz dolaşan canlıların arasına katmak bana göre hiç de mantıklı değil.

Dr.Süleyman Velioğlu’ndan sonra tıbbi araştırmalara göre geçmişten bugüne şizofreni hastalarının sanata, özellikle resim ve müziğe ilgilerinin yüksek olduğu gözlemlenmiştir. Bu sanatların hastalığın teşhisinde, gidişatının tespitinde çok faydasının olduğu da belirtilmiştir.Müzik dinlemek ve aktif müzikal etkinlikler şizofreni hastalarında gerilemiş olan toplumsal iletişimde,psikolojik, sosyal ve zihinsel becerileri geliştirmeye katkıda bulunduğu için, hastaları topluma kazandırma bilinciyle bugün yan etkili eski tedavi biçimlerinin yerine uyku vermeyen yeni kuşak ilaç tedavisine ilaveten,hastayı dış hayata yaklaştırma terapisi ve sanatsal faaliyetler terapisi birleştirilmiş ve bazı merkezlerde şizofreniler için sanatsal uygulamalar altında tedavilere başlanmıştır.

Bu arada sanatla teşhis- tedaviden bahsetmişken şizofrenlerin yazan kısmına da dokunmamak ,onları da anmamak olmaz. Hatırlar mısınız bilmem Ateşin Düştüğü Yerden Sesler, Yüzler, Öyküler Yarışması  adı altında 2009-2010-2011 yıllarında sadece şizofreni hastalarının eserleriyle  katılabildiği bir yarışma düzenlenmişti.Bu yarışmanın amacı şizofrenilerin hayata katılımına destek vermekti.
Bu yarışma sonucu 2009’da ilk 10’a girenlerin öyküleri Doğan Kitap tarafından “Hayat Bana Yüreğini Açıyor” ismiyle kitaplaştırılmıştır..Yine aynı yarışmanın 2010’da ilk 10’a giren öyküleri ise “Hepimiz Deliyiz” adıyla yine Doğan Kitap tarafından basılmıştır.

Yarışmanın 2010 yılı 1’incisi SÜVEYDA ÖLÜDENİZ,  2’cisi  ise YASEMİN ŞENYURT olmuştu.

Yarışmayı kazananlardan  Süveyda Ölüdeniz kendisine neden yazdığı sorulduğunda şöyle bir cevap verir ;

“Birçok nedeni var. En büyük hayalim yazar olmak. Bazen kilidi çözen; aşk, öfke, ya da bir espri oldu, ben de yazdım. Delirmemek ama deli kalmak için yazıyorum. Dünyayı yan yana getirdiğim kelimelerle havaya uçurmak istiyorum. Kendimi tutsaklıktan kurtarmak için yazarken başkasına dönüşüyorum ve hayatı kelimelerle becermeyi seviyorum. Mutsuzluğuma soyluluk katmak için yazıyorum. Ölüme kelimelerle sarkıntılık etmeyi seviyorum, sevgili bulmak için yazıyorum. Yazmak, aklımın hapishanesinden delirerek kaçmamı sağlıyor. Cinayet işlememek için kelimelerle cinayet işliyorum. Düşmanıma benzemeden intikam almanın yolu yazmak. Hiç kimseden emir almamak için yazıyorum.”

Yarışmanın 2 cisi Yasemin Şenyurt ise yazarak ataklarını atlatabildiğini,yazarak sorunlarını teker teker sorguladığını anlatmıştır.Yazarlarımızın duygu ve düşünce anlatımlarına bakarak şizofreni nedir diye düşündüğümüzde hekimlik terimi haricinde  bu duruma o halde şöylede diyebiliriz şizofreni bir takdir edilmeme,onaylanmama,dışlanma korkusu ile sürekli en iyisini yapma baskısı altında gelişmiş, toplumdan ve çevreden kaynaklanan,travmalar,kavgalar vesilesiyle insan ruhunun yaralanarak,genetik faktörler eşliğinde ortaya çıkması.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken ve anlamamız gereken şudur; her iki yazarımızın da  yarışmadan sonra hayatlarında takdir edildikleri için psikolojik açıdan büyük bir rahatlık hissetmiş olmalarıdır.Tıpkı Münir Özkul’un “Sevilmek istiyoruz,yani toplumdan bir şeyler bekliyoruz,biraz takdir bekliyoruz.” dediği gibi.Bu sebepten diyebiliriz ki takdir edilmemek bu hastalığın alevlendiricisi ve tetikleyicisidir.Gaipten sesler duymak ve paranormal hikayelerin kahramanı olmak ise ilk zamanki verilen belirtilerden çok sonraki atak evreleridir.

Öte yandan kiminin sanal dediği bizimse dijital dünya diye adlandırdığımız İnternet alanında  günümüz yaşantısına ve insan hikayelerine baktığımızda, kendi iç dünyasını anlatan mesajlar veren, kendisi için özel anlamı olan semboller kullanan sayamayacağımız kadar sayısızca insan görmekteyiz.Kim bilir onlarda  yazarlarımızdan SÜVEYDA ÖLÜDENİZ ve YASEMİN ŞENYURT gibi midir bilinmez.

Belkide şu an düşünmeye başladınız,ben ya da ailemden biri veyahutta yakın arkadaşım şizofreni midir değil midir,korkmalı mıyım,nereden anlayacağım bu hastalığın belirtileri nedir derseniz ,tıp dünyası bu belirtileri şu şekilde sıralıyor. Şizofreni başlangıcı olan kişilerde bu durum algıda kusur ile başlamakta,sonra sırasıyla düşünce oluşturamama ve düşüncelerde bozulma,bir durumu,kişiyi yargılarken yargıda dengesizlik kusur belirtisi,örneğin şizofrenler duygularını rahatlıkla yansıtamazlar,sevgi,öfke,coşku gibi duyguları ya aşırı tepki ya da içindeki coşkuya karşın kendilerini kısıtlayarak sessiz bir moda geçerler,hafıza karmaşaları mevcuttur,bellekleri sürekli karışıktır.Doğru ve yanlış kavramları bozulur.Doğrunun bir tane olduğu yer vardır siyahın siyah olması gibi lakin şizofreniler doğruyu yanlış olarak kabul ederler.Eğer siyah sizin doğrunuz ise onların doğrusu beyazda inat eder.Bu yüzden sağlıklı birey olarak siz zıtlaştıkça gerilim artacaktır.Sonuç olarak bir çok davranışları garipleşerek göze batmaya başlar.Allah ile kavga etmek gibi,değişik dinlere yönelmek ve bunları kanıtlayıcı tarzda alim olmuşcasına konuşmak gibi ,halisülasyonlar ya da öte alemlerden üç harflilerden ses duymak gibi tuhaf davranışlar belirtiler arasındadır.

Bu yüzden ulu orta yerlerde durumundan emin olmadığınız çevrenizdeki insanlarla İletişim halindeyken “şizofren misin oğlum” diyerek aşağılama içeren “Gizli Damgalama” yı besleyen bu kelimeleri kullanmayın.Çünkü şizofrenler kabul edilmeme,dışlanma korkusuyla kendilerini kamufle ederler.Şizofren olduklarını bilseniz de bilmeseniz de öğrendikten sonra bu tür insanlarla iletişim kurmaktan da sakın korkmayın ve onları etiketlemeden sanata yönlendirin.Çünkü bu kişiler ne kadar iletişim kurarsanız o kadar topluma adapte olarak sanat desteğiyle iyileşme göstermekteler. Dr.Süleyman Velioğlu sayesinde  artık şunu diyebiliriz ki sıradan bir insanın bile şizofreni olduktan sonra sanatla tedavi edilmesi mümkündür.

Selametle kalın..

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

 

.

 

 

 

Paylaş

Hastalıkların Başı Çok Yemektir,İlaçların Başı İse Perhizdir.

Yaşam mücadelesinde nerede üzülen,yıpranan ağlayan sevdiklerimizi görsek “Güçlü ol ! Güçlü ol” sözleri hep dilimize dolanır .
Oysa ruhsal yönden güçlü olmak bedensel güçten geçer.Bedensel güç ise yine yaratıcının insanların bedenlerine gereken özeni göstermesi için şifa kodlarını yüklediği şifalı besinlerden geçer.Hatta bu konuda İbrahim Nehai hazretleri, “nebati gıda bulunmayan sofra, akılsız ihtiyara benzer ,mal ve evladının çok olmasını isteyen, bitkisel gıda çok yesin” demiştir.Lakin günümüz insanı bu hadisten maalesef bihaber olmakla beraber bir çoğu damak lezzetine göre beslenmeyi alışkanlık haline getirdiği için bedenine ne kadar fayda sağladığının, ne kadar zarar verdiğinin bilincinde olmadan beslenmekteler.Bunu çoğu kişi önemsemediği için bedenine gereken değeri vermez,daha çok önüne ne gelirse yiyerek kendini mutlu etmeyi vazife bilir..Sonuç olarak türlü türlü zincirleme hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalır.
İnsanoğlu bu pejmürde başıboş,duyarsızca beslenmeyi bırakmalı, bedensel şifresini keşfetmek ve ona göre bedenini severek sorumluluk alarak sağlıklı beslenmek zorundadır.

Öte yandan şununda bilincinde olmalıyız, insanoğluyuz, yaşamsal faktörler nedeniyle yorulabilir ve bu yorgunlukla bedenimiz yıpranır.Bu sebepten bedenimizi beslemenin dışında da şifa kodları yüklenen bu besinlerle de bakım yaparak bozulan yerlerimizi onarmak zorundayızdır.Bu bakımları yapmakta önemlidir, bedensel güce gereken desteği verir. Bu bakımlara örnek verecek olursak; bilinir ki naturel zeytinyağı 70 derde devadır,dökülen saçlara rafineri olmayan naturel zeytinyağı ile bakım yapmak gibi,mantar suyuyla gözlerdeki ağrıyı önlemek ve parlaklık kazandırmak gibi ,yeşil yapraklılardan tere ile depresyon kür tedavisi uygulamak gibi ,çörek otuyla uykusuzluk ve unutkanlık sorununu çözmek gibi ve daha nicesi.

Unutmayın ki bedensel güç her şeyden önemlidir,çünkü bedensel gücü yüksek olan kişinin ruhsal gücü de yüksek olur.
Bedensel gücü zayıf düşürecek tarzda beslenmek ve vücut bakımı yapmamak hem ruhsal gücü düşürür hemde yaşam mücadelesinde insanoğlunun her alanda zayıf düşmesine neden olur.
Ruhsal gücü yüksek insanın özgüveni yüksek olur, kendi değerleri ve doğruları doğrultusunda yaşar,hayatındaki başarı ve mutluluk kavramlarıyla cesurca yüzleşir.Bir insanın ruhsal gücünün yüksek olup olmadığını karşısına çıkan zorluklarla ve onlara gösterdiği tepkilerle ölçebiliriz.
Ruhsal gücü düşük olanlar ,aldıkları kötü bir haber ve olumsuz eleştirinin karşısında çaresiz olduklarını, olanlar karşısında da mücadele edemeyecek durumda olduklarını düşünürler.Küçük şeylerden mutluluk duyamaz hale gelirler.Sinir ve stres katsayısını yükselten durumlar karşısında anksiyete moduyla fevri davranırlar.Ve sorunun hep başkalarında olduğunu savunurlar.Sağlıklı beslenmeyerek hem bedensel gücü hem de yaşam kalitesi düşmüş bu kişiler sürekli problemlere odaklanırlar.Bunun içinde daima kendilerine uygun bir dostla dertleşmek ihtiyacı duyarlar.
Bu durumda da ruhsal güç kaybı toplumsal olarak bulaşmaya başlar ve otomatikman sürü psikolojisi devreye girer.Bugün bu potansiyel tehlikenin bilincine varmış bir çok kişi ruhsal gücü düşük insanlardan işte bu yüzden kaçmaktadırlar.
Demem o ki ; bu durumları yaşamamak ve yaşatmamak için en başta bedensel şifrenizi keşfederek sağlıklı beslenmek zorundasınız.Bu sizin en başta yaratıcınızın size hediye etmiş olduğu bedeninize karşı sorumluluğunuz ve görevinizdir.
Yine bu konuda bizlere bilgi sunan Seadet-i Ebediyye de der ki ; “Hastalıkların başı çok yemektir. İlaçların başı ise perhizdir ” der..

Bedeninizi sevin ve ona iyi bakın..Sağlıklı ve mutlu günler dilerim.

 

Cansel Işık/Manyakaşkıngelini

Paylaş

ÇOK ÇALIŞAN SAĞLIKSIZ İNSAN

 

kollaj

Dünyanın manyetik alanının görevi, canlılığımız için zararlı nitelikte olan Güneş rüzgârlarına karşı bizleri korumaktır.Dünya için zararlı ışımaların birinci derecede kaynağı olan Güneş  bir kaç saat içinde milyarlarca ton elektrik yüklü parçacığı püskürtürken, dünya her saniye bu parçacıkların istilası altında kalmaktadır..

Hanginizin dikkatini çekti bilmiyorum ama 2014 yılındaki  son Güneş patlamalarından sonra doğanın dengesizliğiyle beraber yeryüzünde yaşayan canlıların içinde bulunduğu durumlar hiçte iç açıcı durumlar değil.Oysa bilim adamları güneşin manyetik alanındaki yaşadığı bu değişim sürecinden sonra 2015 in insanlar için altın çağı başlatacağını söylüyordu.

Fakat dünyanın manyetik alan çizgileri çeşitli sebeplerden bozuldukça,hepimizin davranış mod durumu gittikçe vahim bir hal almaya başladı.

İşin içine birde insanların bu durumlarından ötürü  tıp dünyasının sihirli hapları olan deprasyon ilaçları düzensiz ve bilinçsizce insan hayatına girince iletişimde empati eksinin altında can çekişiyor, algı gittikçe noksanlaştı,pozitif açılarda bozulma netleşirken negatif açılarda yayılma başladı.,Bu yüzden konuşurken iletkenliği az insanları hissettiğimde tırsıp kaçasım geliyor,çünkü düşünsenize sizin konuştuğunuzu farklı yönden algılayıp saldırganlaşan bir kişilikle ne kadar sağlıklı iletişim kurabilirsiniz ki ?

Duygusal yanım çarenin bu tür insanlarla iletişim kurmamakta olduğunu, kanımca uzak durmanın sanki koruyucu bir kalkan görevi görebileceğini söylerken, mantığım ise insanların sağlıksız davranışlarının nedenini dünyanın manyetik alanının bozulmasına bağlıyor..

Öyle ya son araştırmalara bakılırsa kalp krizi yaşlarının 20’li yaşlara düşmesi, bağışıklık sistemlerinin çöküşü, sık hastalıklara maruz kalma, beyin kanamaları sıklıklarında artışlar ve de kanser olgularında görülen tırmanışlarda manyetik alanların etkisi olduğu söyleniyorsa bir cep telefonu bile kandaki zararlı proteinlerin ve toksinlerin beyne girmesini engelleyen savunma mekanizmasını devre dışı bırakmasına neden oluyorsa, yorgunluk, baş ağrısı, deride yanma hissi ortaya çıkarabiliyorsa, herkesin elinden düşürmediği bir cep telefonu iletişimde bozukluğa neden olup insanda yüksek tansiyon oluşmasına, baş ağrıları, baş dönmesi ve dikkatin dağılmasına neden oluyorsa dünyada ki toplu yaşamımızın risk altında olduğunu düşünmeden edemiyorum.

İtiraf etmeliyim ki yaşam içinde gördüğümüz rayından çıkmış bütün kötü haber kahramanlarının durumunu ve gazete sayfalarının ana başlıklarında yer alan vahşetleri ben buna bağlıyorum.

Belkide bahçemizde yer alabilecek bir avuç toprak bütün sıkıntımıza çözüm olabilecek ama malesef çok azımız müstakil evde yaşama şansına ve toprakla haşır neşir olma şansına sahip.

Toprak bilindiği gibi bedenimizde biriken kötü elektrikleri içine çeker,bu durum sağlığımız içinde oldukça önemlidir.Son yıllarda yaşamı kolaylaştıran bütün elektronik cihazlarla beraber cep telefonları ve bilgisayarlar,tabletler köy evlerinde de malesef yerlerini almış durumdalar.Onlarda teknolojinin insan sağlığı üzerindeki etkisinden habersiz teknolojik fırtınaya kapılıp doğal yaşam dengelerini bozmuş durumdalar.Belkide hani bu durumlarda ziraatle uğraşanlarımız, çiçek ekim dikim ile uğraşan botanikçilerimiz,köy yerlerinde yaşam süren çiftçilerimiz  toprakla haşır neşir olabildikleri için bizlerden biraz daha şanslı olmaktalar.

Metropol yaşamın içinde bizler ise topraktan uzak  ElektroManyetik(EM) kirliliğin içinde dikkatsizce yaşamaya devam etmekteyiz, bilim adamlarının evlerimizdeki elektromanyetik alan için yapmış olduğu uyarıları kaale bile almayıp bilinçsizce yaşamaya devam edip yaşam kalitemizi kendi kendimize mahvediyoruz.Gece olunca kucağımızda bir laptop,kulağımızda bir telefon,karşımızda dıngır mıngır zıngırdayan  bir televizyon.Çocuklarımızın odalarında baby phone..Nasıl oluyor da yattığımız mekanda o cihazlar varken uyku hormonu melatonini bekliyoruz ..

Gelmez arkadaşım o uyku gelmez.Çok beklersin.Her gecenin sabahına doğru seni bir agresiflik, halsizlik, yorgunluk kucaklayıp zoraki sabahın köründe kaldırıp sokağa attığında durumundan hiçte şikayet etme.Şikayet ediyorsan eğer sağlıklı bir yaşam için gerekenleri uygulamaya dikkat et..Sokağa çıktıktan sonrada etrafındaki insanlara başım ağrıyor diye kahvaltı bile yapmamış ekşimiş suratınla kan kusturma..Bunun için bir doktora gidip bunalımdayım,uyuyamıyorum,çok agresifim,yaşam kalitem bozuldu, insanlar beni anlamıyor diyerek ilaçlara da sığınma.

Bu keşkelerden nefret etsem de  keşke sağlıklı yaşam için herkes bunların farkına çok önceden varabilseydi demenin burukluğundayım.
Zaten para hırsıyla yaşadığımız dünyayı koca koca binalarla dolduran ve teknolojik kirliliğin içine bizleri sürükleyen insanlar her yanımızı kapladı..Halen koca koca binalarda daire sahibi olmak için çabalayan,bu yüzden hırsla eşşek gibi çalışan arkadaşlarım var.

Onlara üzülüyorum hemde çok üzülüyorum.
Vaktiyle bir dostum bir yerden alıntı bir söz etmişti şimdi onu anımsadım..

“En akılsız insan, ömrünün yarısında eşek gibi çalışıp
diğer yarısında hasta yatan insandır.”demişti.
“Ve insan yaşlandığı için değil,hasta olduğu zaman ölür.”
İspat mı istiyorsun o halde bin yıllık çınar var toprakta ama bak hala ayakta” demişti.

Bence oldukça haklı…Sizce de öyle değil mi ?

Sağlıklı ve huzurlu günler yaşamak dileğiyle.

Cansel Işık /Manyakaşkıngelini

 

Paylaş